Uzun süredir binlerce gencecik fidanın toprağa verildiği süreçte yüreğim yazmaya elvermedi. Ne yazacaktım; her biri yüreğimi dağlarken ağıt mı yakacaktım, politikasızlığın batağında ki politikacılarımı eleştirecektim. Yoksa bazılarının yaptığı gibi riyakârca her şeye göz yumup namus belasına veya iman gücüyle hataları savunmak için fetvalar mı uyduracaktım.
İlk ve son seçeneği hiçbir zaman yapmadım yapmayacağım. İkinci seçeneğin ise ne yazık ki coğrafyamızda geçerliliğinin olmadığını 40 yaşından sonra anladım!
1990’li yıllarda coğrafyamızda olağanüstü hal yönetimi adı altında uygulanan insanlık suçu uygulamalarına karşılık o yıllarda her konuşmama başladığımda vurguladığım “En kötü hukuk hukuksuzluktan evladır. Hukukun bittiği yerde vahşet başlar. Bölgemiz böylesi bir hukuksuzluğun vahşetini yaşıyor.” Vurgusuna bölgemizde (Gazze-Irak-Suriye-Yemen-Libya ve diğer Arap coğrafyasında) yaşanan soykırımların etkisiyle “en kötü devlet devletsizlikten iyidir. Devlet mekanizmasının çöktüğü yerde Irak, Suriye Libya, Yemen vd. olduğu gibi kaos başlar” Vurgusunu eklemek istiyorum.
Coğrafyamızı Suriye ve Irak kaosu girdabına sürükleme hedefine karşılık daha önceki yazılarımda Irak ve Suriyelilerin büyük bir kısmı coğrafyamıza ve dünyanın dört tarafına göç etti dağıldı. Hâli hazırda dönebilecekleri bir ülkeleri dahi yok! Bizim ise gidecek bir yerimiz bile yok diye yazmıştım.
İçeriği boş olsa da üç yıl süren çözüm sürecinde; ölümlerin, yıkımların, umutsuzluğun olmadığı, silahların susmasıyla güven duygusunun gelişmesiyle zayıfta olsa çözüm projelerinin tartışılabildiği, umutların arttığı, sadece Kürtlerin değil tüm etnik azınlıkların görünür hale gelip temsiliyet sorunlarını tartışabildiği bir ortam oluşmuştu. Bu durum hiç tartışmasız Türklerin, Kürtlerin, Arapların ve bil umum tüm etnik azınlıkların leyhineydi. Bu gelişme Türkiye Cumhuriyetinin 100 yıllık tarihinde bir ilkti. Ancak ne yazık ki önemi zerre kadar kavranmadan emperyalist güçlerin etkisiyle Ortadoğu ucuz politik anlayışı çerçevesinde bu değerli fırsat heder edildi.
Bu önemli gelişmeyi kim veya kimler akamete uğrattı? Sorusu günlük yaşamda 7’den 70’e en çok sorulan ancak çok sığ tartışılan bir soru. Sığ diyorum çünkü tartışma sadece karşıtını suçlamadan öteye gitmiyor. Öyle ki, binlerce gencecik evladımızın hayatını kaybetmesine, bölgemizin ekonomik, sosyal her alanda yıkıma uğradığı, filizlenen umutların yıkılmasına sebep olan bu kaos ortamının sebebi olarak binlerce kilometre uzaktan okyanus ötesinden gelen ABD’nin etkisi ve tarafların kendi rolünü görmezden gelerek sadece politik karşıt liderin sarf ettiği birkaç söze indirgemek halkı aptal yerine koymaktan öte kelimenin tam anlamıyla aymazlık sınırlarını aşmadır.
Halka zarar veren, sorunları çözemeyen politika ve o politikanın uygulayıcısı politikacılar başarısızdır. Bu başarısızlığı bin bir manipülatif bahanelerle kapatmaya çalışmak veya bizim coğrafyamızda olduğu gibi kapatmayı başarabilmek bu başarısızlık gerçeğini değiştirmez. Sadece başarısızlık gerçeğinin üstünü örterek sorunları derinleştirerek ötelemekten başka bir işe yaramaz.
Son yaşanan kaos ortamının halkı korku, umutsuzluk ve çaresizlik üçgeni kıskacına alan durumun çözümünü bu mihvalde değerlendirmek daha doğru olacaktır. Yoksa başarısızlık sonucunda oluşan kaosu kendi rolünü görmeden sadece karşıtını suçlamanın anlamı olmayacaktır. Bu kaosun oluşmasında tüm politik kesimler oynadıkları rol oranında bu kaostan sorumludur.
Ülkemizde bir kurum başkanı deyim yerindeyse kurumun mutlak sahibidir. Oraya bir çöreklendi mi bir daha gitmez, kurumun tüm varlığı ona aittir. Bu durum legal ve illegal tüm parti, dernek, sendika, her boydan kurum ve kuruluşta eksiksiz mevcut. Her hal ve koşulda o kurumun başına geçmiş olan kişi orayı terk etmek istemez. İşin tuhaf tarafı o kuruluşun üyeleri ve taraftarları da kurumu batırmak pahasına canla başla ona sahip çıkarak kurumlarını feda ederler.
Bu konunun tarihteki yansımalarına bir göz atacak olursak, Sokrates Devlet ve Demokrasi adlı kitabında en büyük diktatörler halkın arasından, onları temsilen ve onların desteğiyle başa gelerek vaatlerini gerçekleştiremeyenlerdir. Çünkü onlar halkın öfkesini çok iyi tanırlar. O öfkenin kendisinden öncekini nasıl devirdiğini bilirler ve aynı akıbetin kendilerini beklediğini bilirler. Ondan korunabilmek için her yola başvururken karşımıza toplumsal bir diktatör olur çıkarlar.
İkinci örnek bizlerle aynı topraklarda yaşamış Hititlerden (Hattiler m.ö 400 yıllarında) savaş kaybeden komutan savaş meydanından sağ çıkarsa ona kendini öldürmesi için bir süre tanınır eğer bu sürede bunu kendisi yapmasa asil sınıftan biri bu görevi yerine getirmek amacıyla görevlendirilirdi. Roma’da ise o komutan aşağılanır görev, ayrıcalıkları ve serveti ellinden alınırdı. Bu durumun günümüz Avrupa’sına yansıması ise, seçim kaybeden parti başkanı parti başkanlığından hatta başbakansa o görevden de istifa eder. Almanya’da cumhurbaşkanı Christian Wulf bir işadamı arkadaşından düşük faizli özel kredi alma ve basını sansüre çalıştığı gerekçesiyle sert eleştirilere maruz kalarak istifa etti. İsviçre’de merkez bankası direktörü eşi ondan tüyolar alarak döviz satın aldığı için mahkemece hatalı bulunmamasına rağmen istifa etti.
Ya bizde partisinin kapatılmasına sebep olan başkanlar kahraman ilan ediliyor. Kapatılan partinin yerine kurulan partinin de başkanlığına getiriliyor. Hatta Erbakan ve Demirel örneğinde olduğu gibi onlar adına emanetçiler ortaya çıkıp onlar hazır olana kadar partiyi yönetiyor. Büyük çoğunlukla iktidar partisi olan partilerini barajı aşamayacak duruma getiren başkanları hamasetle demokrasi nutukları atarak partilerinin başında hem de demokrasi savaşçıları sıfatıyla kaldıklarında Hititlilerden daha geri konuma düştüklerinin farkında değiller mi? Bence farkındalar ama halkı aptal kabul ediyorlar. Ülkeyi yöneten partilerde durum böyle olurda legal veya illegal platformda ki parti ve gruplarda veya sivil toplum örgütlerinde durum farklı mı olacak. Onların ne eksiği var !!!
Bizde her şeyi kendimizle başlatma alışkanlığı var. Her kişi bir milat gibi her şeyi kendisiyle başlatıp önceki dinamikleri yok sayarak toplumsal hafızayı sıfırlıyor ve kendini vazgeçilmez sanıyor.
Her okuyucu kendi alanında ki legal ve illegal parti, grup, dernek vs.ye baksın ve kendi değerlendirmesini kendisi yapsın. Durum yazılanlardan farklı mı? Eğer değilse Hattilerin örneği günümüz anlayışına uymaz ama Romalılardan bir adım ileri olmağa çalışsın.
O zaman görecekler ki kendileri etrafında koparılan fırtınaların aslında halkı aptal yerine koyarak kendilerini kurtarma çabalarıdır. Aptal olmadığımızı ortaya koymak istiyorsak toplumsal belleğimizle varlığımızı hissettirmeliyiz. Bu da toplumsal belleğimizi sorunları ötelemeden çözümler üreterek güçlendirip, düşüncelerimizi özgürce ortaya koymakla mümkün olur. Çözümler üreten güçlü bir toplumsal belleğe ulaşmak dileğiyle.
Yorum Yazın
Facebook Yorum